UNUTMANIN öncelikle doğal olduğunu, ikinci olarak dünya deneyimlerinin başarılı bir şekilde geçirilmesine engel olmadığını inceledikten sonra, önümüzde incelenmesi gereken bir mesele kalıyor ki o da unutmanın gereği ve faydasıdır. Evet, geçmiş hayatları unutmak gerekli ve faydalıdır. Niçin?

Ruhun dünyaya tekrar gelişindeki amacını gerçekleştirebilmesi için geçmiş olayları unutması gerekir. Geçmiş hayattaki olayları hatırlamanın birçok bakımdan sakıncası vardır. Fakat bu sakıncalar bazen o kadar önem kazanır ki bunlara bakıp, eğer unutma olayı olmasaydı ruhun dünyaya tekrar gelmesindeki amaçlar sonuçsuz kalırdı, diyebiliriz.

Geçmiş hayatları ve o hayatlarda geçen olayları hatırlamanın birçok noktadan sakıncaları söylenebilir. Biz bunlardan birkaç tanesini örnekler göstererek açıklamaya çalışacağız:

1- Bir pehlivan güreşine gidersiniz. Bundan amacınız heyecan durmaktır. Eğer pehlivanların önceden pazarlıklı olduğunu ve hangisinin yenik, hangisinin galip geleceğini peşinen bilseydiniz buraya gelmekteki amacınız gerçekleşir miydi? O zaman sizin için burası sıkıntılı ve anlamsız bir yer olurdu. Hiçbir heyecan duymadan, amacınıza ulaşmadan buradan uzaklaşırdınız. Sizi bu tatsızlığa düşüren etken, gelecek işin sonucunu önceden bilmiş olmanızdır.

Aynı şekilde sınavda soracağınız soruyu önceden kendisine haber verdiğiniz bir öğrencinin iyi cevap vermesi onun lehine kaydedilmiş bir üstün nitelik sayılabilir mi? Burada çocuğun başarılı sayılmaması, yine kendine sorulacak soru hakkında onun önceden bilgi sahibi olmasıdır.

Örneğin, bir insanın cesaretini denemek için onu ateşe atar gibi bir cesaret denemesine kalkışsanız fakat o önceden bunun sadece bir deneyim olduğunu ve ateşe asla atılmayacağını bilse, ateşe atar gibi yaptığınız zaman onun gülmesi ve korku eseri göstermemesi cesaretine ve soğukkanlılığına işaret eder mi? Şüphesiz hayır. Aynı şekilde burada da bu deneyimin başarısız olması onun gelecek olay hakkında önceden bilgi sahibi olmuş bulunmasından ileri gelir. İşte bütün bu haller tıpkı dünyaya inen bir insanın spatyomdayken tasarlamış olduğu gelecek dünya hayatına ait olayların planlarını önceden hatırlamasına benzer.

Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi; biz de eğer geçmiş hayatımızı ve o hayatta verilmiş olan gelecek hayatın olayları hakkındaki kararları hatırlamış olsaydık, bu dünyadaki deneyimlerimizden birçoğunun değeri kalmazdı ve onları başarılı şekilde tamamlamaya imkan bulamazdık.

Bir deneyimin içeriğini ve devam süresini önceden bilip ona dayanmak başkadır; hiçbir şey bilmeden, nasıl sonuçlar vereceğini tahmin etmeden ve bazen de olayları önleyici, hesaplanmış kaçamak önlemleri almaya girişmeden o deneyimin gereklerine göğüs germek başkadır. Bu deneyimlerin içeriklerini önceden bilmek, onların hedef aldığı amaçlara aykırıdır. O amaçlar ki her şeyden önce ruhun yanılarak, aldanarak ve sonuç olarak birçok defa yuvarlanarak madde aleminde faaliyet göstermesine ve bu faaliyetten doğan yeni yeni olaylarla karşılaşmasına ve böylece görgü ve deneyimini artırarak madde üzerindeki etkinliğini geliştirebilmesine yöneltilmiştir. Her olayın nasıl olup biteceğini önceden bilen bir insanı, bu amaca ulaştırmaya yarayacak sonuçlardan doğan hata imkanları nispeten çok azalmış bulunur ve bu onun lehinde olmaz.

2- Dünyada beşeri kanun ve genel vicdan karşısında cani veya rezil damgasını yemiş bir sabıkalıyı düşününüz. Bu, daha sonra pişman olmuş ve toplumda erdemli bir insan gibi yaşamaya karar vermiş olsun. Acaba o, kendisini tanıyan çevresinde bu kararını başarıyla uygulayabilir mi?

Kanun ve toplum onu damgalamıştır. Onun bütün hareketleri kayıt altına alınmıştır. Kendisinin her hareketinden şüphe edilir, hiçbir şeyde ona güvenilmez. Kimin yaptığı bilinmeyen her suçtan ilk sorumlu tutulan odur. Eski hataları her fırsatta onun yüzüne çarpılır, birçok girişimlerine engel olunur. Özetle bu “sabıkalı”nın güven içinde iradesini serbestçe kullanarak namuslu insanlar gibi hayatını kazanmasına imkan verilmez. Bu hal, onun aslında cılız olan ve doğru yolda henüz emeklemeye özenmiş bulunan ruhunu büsbütün karartır, kuvvetten düşürür.

Bundan birkaç sene önce bizzat şahidi bulunduğum bir olayı, iyi bir örnek olduğu için burada okuyucularıma sunacağım. Devlet Demiryolları’nda doktorluk yapıyordum. Bir iş için trenin personel vagonunda seyahat ederken şu olay ile karşılaşmıştım: Tren şefi yolcuların biletlerini kontrol ederken, onların arasında senelerce önce kendisi henüz bilet memuruyken treninde yankesicilik yaparken yakaladığı ve polise teslim ettiği bir adamı görmüş ve tanımıştı. Adamı personel vagonuna getirdi ve trende bulunan sivil memurlara teslim etti. Memurlar adamı sorguya çekmeye başladılar. O, seyahatinin sebebini anlattı. Hikayesine göre bir yerden diğer bir yere zorunlu bir amaçla seyahat eden namuslu bir insan görünüyordu. Cebi yoklandı, yaklaşık 8-10 lira kadar bir parası çıktı. Tren şefi bunun herhalde yolculardan birine ait olması gerektiğini iddia etti. Çünkü o bir yankesiciydi. Adam bunu şiddetle protesto etti: “Artık ben çoktan beri o işten vazgeçtim, şimdi namusumla para kazanıyorum, bu para benimdir,” diye çırpınıyor ve parayı nasıl elde ettiğini veya kazandığını uzun uzadıya anlatıyordu. Fakat o bunları söyledikçe herkes kendisiyle alay ediyor, kimse onun sözünü ciddiye almıyordu. Bütün paraları alındı. Biletçiler, yolcular arasına dağılarak parası kaybolan yolcu olup olmadığını araştırdılar. Kimse paraya sahip çıkmadı. Buna rağmen “sabıkalı kişi” ilk istasyona kadar nezaret altında tutuldu ve o istasyonda polise teslim edilmek üzere indirildi. Bunu takiben, tren şefine bunun kim olduğunu sordum. “Doktor,” dedi, “bu adamı ben yirmi sene önce yankesicilik yaparken yakalamıştım. O zamandan beri ona trenimde birkaç defa daha rastladım ve her defasında polise teslim ettim.” Ben tekrar sordum: “Peki, diğer defalarda da yine yankesicilik yaparken mi yakalamıştınız?” “Hayır,” dedi, “fakat bu sabıkalıdır ve tren halkı için tehlikelidir. Ben kendisine benim trenime binmemesini her yakalatışımda sıkı sıkı tembih ettiğim halde yine ara sıra onu trende görürüm.”

Burada belki tren şefi haklıdır ve belki bu adam hakikaten kötü huylarından vazgeçmemiş bir yankesicidir. Fakat bu yoldan ayrılmış ve namusluca hayatını kazanma çarelerine başvurmuş bir insan da olabilir. Bu mesele orada ne kendisinin birçok seneden beri hırsızlığını yakalayamayan tren şefi için, ne onu tutuklayan polis için, ne de diğer bir insan için malum değildi. Şimdi bir an bu adamın hakikaten yola gelmiş olduğunu kabul edelim. Ve o, örneğin Eskişehir’den Bilecik’e ümit ettiği bir işi takip ederek hayatını kazanmak için bir seyahat yapmak mecburiyetinde kalmış olsun. Eğer onu böyle bütün tren şefleri sabıkalı diye trenlerine almazsa ve yarı yolda polise teslim edip indirirlerse zaten binbir güçlük içinde kazanılabilen bu hayat kavgasında bu zayıf ruhlu adam canını namuslu yollarda nasıl kurtarabilir? Bununla beraber toplum onu böyle bir kayıt altında tutmakta haklıdır. Hatta o masum bile olsa.

Fakat geçici insan toplumlarının yaptığı bu haklı işi sonsuz tabiat kanunları başka türlü yapar ve samimi olarak doğru yola girmek isteyenlerin o yolda yürümelerine engel olacak lekeleri onların yüzünden siler ki burada tabiatın kullandığı en mükemmel temizleyici araç unutmadır. Dünyada eski hayatların suçluları unutulmalıdır. Çünkü onların esenliği ve yükselmesi buna bağlıdır.

3- Dünyada birbirine fenalık yapmış, intikam duygularıyla beslenmiş iki insanı hayal ediniz. Bunların tekamülü için her şeyden önce kendilerini böyle geri duygularla nitelenmiş ruh zaafından kurtarmaları gerekir ki bu da düşmanlık ve intikam hislerine karşı onların direnmeleriyle mümkün olabilir. Bunun için bu iki eski düşmanın yeni bir hayatta eski düşmanlıklarını doğuran bütün hoş olmayan olayları unutmaları gerekir. Çünkü bir tek hayatın deneyimlerinde başarılı olamayacak kadar zayıf ruhlu kimselerin, iki hayatta birbiri üzerine yığılacak deneyimlerin ağırlığı altından başarıyla kalkabilmeleri mümkün olmaz. Aslında ruhların bilgi ve erdem bakımından olgunluğunu amaçlayan tabiat kanunları bunu kolaylaştıracak hiçbir çareyi ihmal etmez. Nitekim bir hayat önce birbirine kanlı bıçaklı düşman iki kişi bu kanunlardan yararlanarak yeni dünya hayatlarında, örneğin iki kardeş olarak yaşarlar. Bu hal, aradaki nefretin, karşılıklı olarak yapılacak birtakım fedakarlıklarla sevgiye dönüşmesine yardım eder. Ve tabiat bu nefreti yok etmek için ruhlara böylece yardım ederken bu işi güçleştirecek ve hatta ona engel olabilecek eski düşmanlığın hatıralarını onlarda yaşatmak istemez. Çünkü önceki hayatlarında birbirinin amansız düşmanı olduğunu bütün çıplaklığı ile bilen iki kardeş, aralarında diken gibi duran bu kin ve düşmanlıkla dolu hatıralarında yaşarken birbirini nasıl sevebilir? Ve bu anlaşma, bu sevişme ruhların kuvveti dışındaki bir sürü engeller yüzünden gerçekleşemezse onların iki kardeş olarak dünyaya inmelerinin ne değeri kalır?

4- İnsan dünyaya gelmeden önce buradaki iş planını kendi tekamülüne uygun şekilde spatyomda belirler. Fakat bu plan düzenlenirken etken olan ruhsal durum, dünya maddesinin içinde düşünen ve duyan bir ruhun durumundan başka türlüdür. Deneyimlerimizin planı bu dünyanın kafasına göre hazırlanmış değildir. Sefil şartlar içinde yaşamak zorunda kalan insanoğulları, spatyomda tekamül ihtiyaçlarını duymak ve bilmek imkanlarına sahip ruhlar gibi değildirler. Bundan dolayı, orada ruhun yaptığı plan, buradaki düşünce ve duygusu ile yapacağı plana uygun düşmez. Aradaki farkı şu ifade ile yaklaşık olarak gösterebiliriz: Dünyaya inmeden önce ruhun düşündüğü amaç, dünyanın hemen daima acı olan olayları içinde yoğrularak görgü ve deneyimini artırmaktır. Halbuki bu düşünce ile dünyaya inince aynı ruhun, yani insanın anlayışı değişir ve amacını maddenin derinliklerinde ve onunla kendi arasındaki kuvvetli bağların yalancı zevklerinde arar. Bu hal onun spatyomdaki düşüncesinin tamamıyla aksine olduğundan arada meydana gelen uçurum onun için bir ıstırap kaynağı olur. Maddeye hakim olmak için zahmetler ve güçlükler içinde onların bağlarından kurtulmaya çalışmakla, dünya zevklerine kapılarak maddenin esareti altında kalmak arasında meydana gelen ruhsal mücadele, ıstırap şeklinde kendisini gösteren bir olaydır.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki duygu ve eğilimleri dünyanın avlayıcı ve geçici saadetlerine doğru yön almış insanoğlu, eğer spatyomdaki serbest şartlar altında belirlemiş olduğu ciddi bir hayat planını hatırlar ve bilirse, onun burada yazılı olan korkunç ve felaketlerle dolu deneyim hayatına başlamaya asla cesareti kalmaz. Yarın gerçekleşeceğini kesinlikle bildiğiniz bir felaket, ondan önceki yirmi dört saatlik hayatınızı felç etmeye yeterli gelirken, bütün hayatınız süresince birinden diğerine atlayarak ve belki de hiç ara vermeyerek kesintisiz sürüp gidecek korkunç ve tahammülü güç acı ve felaketli olayları saati saatine önceden bilmeniz, hayatta cesaretle faaliyet ve girişimlerde bulunabilmenize imkan bırakır mı? O halde bunları bilmemek ve sırası geldiği zaman onlarla karşılaşınca arkasından iyi günlerin geleceğini ümit ederek deneyim hayatında gerekli olan cesareti kaybetmemek en faydalı iş olur ki bu da bugünün olaylarını sonuçlandıran geçmiş zamandaki işlerimizi unutmakla mümkün olur.

5- Özsaygının tekamülde olumlu rolü olduğu gibi olumsuz rolü de vardır çünkü yeryüzünde ortaya çıkan herhangi bir ruhsal durumun yararlı olabilmesi için ölçüyle ve yerinde kullanılmış olması gerekir. Dünyadaki deneyimlerle bu deneyimleri ilgilendiren ruhsal haller iyice ayarlanmış olmalıdır. Bunların aralarındaki oranlarda meydana gelecek eksiklik veya fazlalık faydalı değil, zararlı sonuçlar doğurur.

Örneğin, özsaygı birçok yerde insanı büyük hatalardan korumaya araç olabilir. İnsan, özsaygı sayesinde kendini birçok düşüşlerden kurtarabilir, birçok fena hareketlerden, fena yerlerden uzaklaştırabilir. Fakat onun bu şekilde faydalı olabilmesi bir tek şarta bağlıdır ki o da özsaygı davasının ancak erdem sahibi bir insan olabilmek için harcanacak çabalara eşlik edebilecek oranda ölçülü ve ayarlı olmasıdır. Bunun ölçüsü de insanın şuur ve vicdanı tarafından denetlenir. Fakat bunun yanında bir sürü bencilce ihtiraslara alet olmak, başkaları üzerinde bir üstünlük ve baskı aracı olarak kullanılarak bu ölçünün dışına çıkan öyle özsaygı davaları vardır ki sahibini en korkunç uçurumlardan yuvarlamaya bol bol yeterli gelir. İnsanın bütün girişimlerini kırar, cesaretini yok eder, kardeşleriyle, hemcinsleriyle olan ilişkilerini incitir, toplumda insanı pasif, çekilmez, çekinilir bir yaratık haline sokar, hatta daha ileri giderek onu başkaldıran, küstah ve bir cani yapar. Kısacası insanın tekamülünü iyiden iyiye yavaşlatır. Böyle taşkın bir özsaygı davası tekamül aracı olmaktan çıkar, zehirli bir yılan halini alır ki bunu geri ruhların iyiyi-kötüyü ayıran niteliklerinden sayarlar. Bundan dolayı, bazı kimselerin övünme yerinde kullandıkları “özsaygıma pek düşkünüm” ifadesi bir üstün nitelik olmaktan çok kusurdur.

Demek özsaygının faydalı rolünden yararlanabilmek için önce onu erdem yolunda ölçülü olarak kullanmasını bilmek, sonra da eğer bu huy kötü bir şekilde kullanılmaya zaten alışılmışsa onu daha çok tahriklerden korumak için hayattaki girişimlerde tahammülün üstünde ağır yükler altına girmemek gerekir.

İnsan bir önceki hayatında neden başarılı olamadığının hesabını vermek için değil, başarılı olması gerektiği için tekrar dünyaya iner. Demek burada tekamül için ona gereken şey, geçmiş hayatlarındaki utanç duyulan hatıralarının her fırsatta yüzüne çarpılması değil, ruhsal zaaftan kurtulmasına yarayacak unsurlarla onun karşı karşıya gelmesidir. Yani o, yeryüzüne ceza çekmeye gelmez, yükselmek için gelir. Tanrı dünya hayatını, yapılmış kaba hataların intikamını almak için değil, ruhların yükselmesine, henüz güzelliğini ve iyiliğini tahmin bile edemediğimiz parlak zirvelere doğru uçup gitmesine bir araç olarak yaratmıştır.

Bu fikrimizi de bir örnekle açıklayabiliriz. Önceki hayatının deneyimlerinde başarılı olamamış, maddi imkanlarını dünyanın aldatıcı zevk ve sefası uğrunda harcamış ve yeryüzündeki hayatın bir amaç olmayıp araç olduğunu anlayamayarak bu yüzden dünyada birçok fenalıklar, zulümler, işkenceler yapmış veya bunların yapılmasına sebep olmuş bir şefi, bir sahibi hayal ediniz. Birinci sınavından başarısız çıkan bu ruhun ikinci dünya hayatında kusurlarını telafi edici imkanları içeren bir hayata girmesi gerekir. Bu şekilde o, önceki hayatında hemcinslerine karşı gösteremediği yakınlığı, sevgiyi bu defa göstermeye çalışacaktır. Birinci hayatında o, güçlü ve kuvvetli bir maddi mevkiye sahip olmakla bu işi deneyimlemişti. Şef olmuştu, hükümdar olmuştu. Fakat bu deneyime dayanamadı ve yuvarlandı. Şimdi de tamamıyla bunun zıddı olan bir hayat tarzını deneyimleyecektir. Çünkü bu yol daha kestirmedir ve öncekinden daha kolaydır. Bundan dolayı o şimdi yeryüzüne, dayanabileceği kadar ağır, kötü ve sefil maddi şartlar altında, hemcinslerine hakim değil, mahkum olarak gelir. Bunun için önce onun bu şartlara sahip maddi bir durumda enkarne olması gerekir. Örneğin ağır bir beden hastalığıyla sakat, parasız, yersiz, yurtsuz, yoksulluk ve yoksunluk içinde geçecek bir hayat onun aradığı şey olacaktır. İkinci olarak, önceki hayatında frensiz bir şekilde gelişmesine yol vermiş olduğu özsaygısını kamçılayarak tekrar uyandıracak bütün unsurlardan onun uzaklaşmış olması gerekir. Bu unsurlardan biri de geçmiş hayatını ve o hayatında sürdüğü saltanatı ve büyüklük taslayarak kötü yaptığı işleri tamamıyla unutmaktır.

Eğer böyle olacağı yerde bu adam ve etrafındakiler geçmiş hayatların bu zalim, iğrenç ve korkunç simasını tanımış olsalardı ne etrafındakiler ona gereken şefkati ve tatlılığı gösterebilirlerdi, ne de o etrafındakilerden bunu samimiyetle isteyebilirdi. Ve çevresine karşı kalbini yumuşatması, insanlara sevgi ve ruh bağlarıyla yaklaşması için sakat ve merhamete muhtaç bir halde gelmeye katlanan bu zavallı ruh, böyle etrafındakilerden merhamet ve şefkat yerine her fırsatta hakaret ve intikam almaya yeltenen hareketler gördükçe önce uyanan, sonra da şahlanan özsaygısının zorlamasına kapılarak isyan eder ve eğer kendisine gösterilen hakaretleri hiçbir kimseye iade edemeyecek bir durumda bulunuyorsa hayatına son vererek deneyiminde yine başarılı olmadan çekilip giderdi. Halbuki pişman olmuş, yükselmeye karar vermiş ve bunun için de ağır, feragatli bir hayatı göze almış bir ruhun bu fedakarlığı ve girişimi tabiat kanunları gereğince boşa gidemez. İyi amaçlarla yapılmış her çaba insanı kesinlikle yükseltir ve sevindirir.

6- Son olarak, çok sevdiğiniz bir insanı; babanızı, ananızı, çocuğunuzu veya sevgilinizi kaybettiğiniz ilk felaketli saatleri hatırlayınız. O anlarda sizi hiçbir şey teselli edemezdi, hiçbir şeyde arzunuz kalmamıştı. Bütün varlığınız karanlık alevlerin kızgın hararetiyle yanmaktaydı. Gözünüz dünyayı görmüyordu. Varlığınızı yalnız bir şey işgal ediyordu ki o da sevdiğiniz en değerli bir şeyi belki sonsuza kadar kaybetmiş olduğunuzu zannetmenin ruhunuzda teselliye yol vermeyen acılarıydı. Eğer sevgili unutma süreci araya karışmış olmasaydı ve siz o ilk ıstıraplı saatlerinizin duygularını aynı tazeliği ve aynı ayrıntısıyla duymakta ve düşünmekte ölünceye kadar devam etseydiniz hayatınızın geri kalan kısımlarında haliniz nice olurdu? Fakat birçok ruhun geçmiş hayatlarında, unutulması gereken bu acılardan çok daha büyük acıları veya utandırıcı hatıraları olduğunu bilmek gerekir.

Bir tek hayatımızda bile birçoğumuzun unutulmasını istediğimiz, bize karşı yapılmış olan veya bizim yapmış olduğumuz ne kadar yüz kızartıcı işler ve olaylar vardır!

Özetle insanların yeryüzündeki tahammülünü, cesaretini ve yükselme imkanlarını hatıralarıyla incitecek olan eski hayatları unutmak gerekir. Tabiatta hiçbir şey yersiz ve gereksiz değildir. Düzenli tabiat kanunları altında her şey büyük amaca, yani ruhların yükselmesi amacına uygun bir seyir takip eder. Unutma süreci de bu kanunların bilgelikle dolu değişmez hükümleri olarak kalacaktır.

 

Takip Edin

Paylaşmak Güzeldir

Content Protection by DMCA.com

Telif Hakkı 2020@ Z.Dilek Yılmaz.